İmam-ı Rabbanî Hazretleri hicrî 971 senesinin Şevvâl ayında Hindistan’ın Sirhind kasabasında dünyaya gelir. Asıl adı Ahmed Faruki Sirhindî’dir. Fârûkî adı, nesebi Hz. Ömer’e dayandığı için verilmiştir. Babasının adı Abdülehad Efendi, tarikattan icazetli ilim ve irfanı yüksek bir şeyhtir.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri, ilk eğitimine Kuranı Kerim-i ezberleyerek başlar ve çok kısa bir sürede hafız olur. İlimlerin çoğunu muhterem babasından ve bir kısmını da devrin ileri gelen âlimlerinden alır. Bir müddet sonra devrinin büyük bir ilim merkezi olan Siyâlkût’a gider. Tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine çok önem verdiği için genç yaşında ilim öğrenmek konusunda birçok yol kat eder. Tasavvufî terbiyesini muhterem babasından alarak babasını yalnız bırakmaz. Babası Abdülehad Efendi, hicrî 1007 (m. 1599) senesinde vefat etmeden önce kendisine hilafet verir.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri hicrî 1008 senesinin Rebîulâhir ayında hacca gitmek için Sirhind’den yola çıkar. Delhi’ye geldiğinde bir dostunun tavsiyesi ile Bâkì Billâh Hazretlerini ziyaret ederek bir müddet onun yanında yaşamaya karar verir ve ona iktisap eder. ( Kişmî, a.g.e, s. 138-140; Bedreddîn Sirhindî, a.g.e, II, 34.)
Hac zamanı geçtiği için memleketine döndüğünde ise şeyhiyle mektuplaşarak yaşadığı manevi hâllerini şeyhine bildirir. Bir zaman sonra şeyhini ziyarete gider ve bu ziyaretinde kendisine irşat icazeti (hilâfet) verilir. İki ay kadar üstadının yanında kalıp tekrar memleketine döner ve Nakşibendiyye usulü üzere halkı irşada başlar. Bu dönemde kendisini manen eksik hissedip inzivaya çekilmeyi düşündüyse de müritlerin ısrarlı talepleri üzerine irşada devam eder. (İmam-ı Rabbanî, Mektubat, I, 726, no: 234; II, 319, no: 290.)
Bâkì Billâh Hazretlerinin vefatından sonra irşada Sirhind’de devam eden İmam-ı Rabbanî Hazretleri, uzaklardaki müritlerine ve devlet adamlarına mektuplar yazar. Müritlerine gönderdiği mektuplarda tasavvufun ince meselelerini ele alır, devlet adamlarına yazdıklarında ise daha ziyade İslâmî kaidelere ve Ehl-i Sünnet mezhebine bağlılık gibi umumî mevzulara temas eder. İmam-ı Rabbanî Hazretleri, her sene, üstadının vefat ettiği ay olan Cemâziyelâhir’de gider onun mübarek kabrini ziyaret eder ve tekrar Sirhind’e dönerdi. (Kişmî, Berekât, s. 144.)
İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Müslümanların hayatına pek çok bidatın ve hurafenin girdiğini büyük bir ızdırapla görür ve Allah’ın hükümlerinin tekrar hayata geçirilmesi için büyük gayret sarf eder. Sohbetlerinde, mektuplarında ve eserlerinde bu konuyu şöyle dile getirir:
Şeriatın üç kısmı vardır: İlim, amel ve ihlâs (tasavvuf). Bu üçü gerçekleşmeden şeriat gerçekleştirilemez. Şeriat ne zaman yaşanırsa, işte o zaman bütün dünyevî ve uhrevî saadetlerin üzerinde olan Cenab-ı Hakk’ın rızası kazanılmış olur. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: «…Allah’ın rızası en büyüktür…» (et-Tevbe, 72)
İmam-ı Rabbanî Hazretleri ibadetlere çok ehemmiyet verdiği gibi, talebelerine de çok ibadet etmelerini tavsiye eder ve şöyle buyurur: “Resûlullah, Allah’ın Habibi olduğu ve en yüce mertebelere ulaştığı hâlde o kadar çok ibadet ederdi ki, mübarek ayakları şişerdi. O’na en güzel şekilde tâbî olan Hak dostları da hep böyle yapmışlardır… Kişi Allah’a ne kadar çok itaat ve ibadet ederse, o kadar mesafe alır.” (Kişmî, Berekât, s. 201.)
İmam-ı Rabbanî Hazretleri farzlara ilâveten nafile ibadetleri de ganimet bilmek gerektiğini ifade eder ve bilhassa teheccüt namazı hakkında şöyle buyurur: “Teheccüd namazını çok kıymetli tut! Şefaat makamı olan Makam-ı Mahmûd’dan nasip almak isteyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar!” Bu nasihatinin ardından da şu ayet-i kerimeyi okurdu: “Gecenin bir kısmında, sadece sana mahsus bir fazlalık olmak üzere teheccüde kalk, (Kur’ân, namaz ve zikirle meşgul ol)! Umulur ki Rabbin Sen’i Makam-ı Mahmûd’a eriştirir.” (el-İsrâ, 79) (Kişmî, Berekât, s. 291.)
İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin gönül dünyasında güzel ahlâk, yumuşak huyluluk, nezâket, şefkat ve merhamet değerleri büyük yer kaplamıştır. Her zaman Allah’tan gelene rıza göstermiş ve zalim idareciler, kendisine, aile halkına ve yakınlarına eziyet ettiğinde hiçbir zaman şikâyette bulunmamıştır.
Kendisi daima rıza makamında olduğu gibi yakınlarını da sabra teşvik etmiştir.
İnsanlara karşı her zaman nazik olmuştur biri kendisiyle görüşmek için geldiğinde saygıyla ayağa kalkmış ve ona meclisin baş tarafında yer vermiştir.
Meclislerinde daima âlimler, arifler, mürşitler, hâfızlar ve yüksek mevki sahibi kimseler bulunmuştur. (Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 187-188.) İmam-ı Rabbanî Hazretleri’ne göre benlik ve nefsaniyeti terk etmek, manevî ilerlemenin ilk şartıdır. Nefsaniyet terk edilmeden ilâhî muhabbete nail olunamaz. İmam-ı Rabbanî Hazretleri bu hakikati şöyle ifade eder: “Kalp bir anda iki şeyi sevemez. Kalbin muhabbet bağı bir şeye bağlanınca, orada başka bir muhabbete yer kalmaz. Kişinin birden çok arzusunun bulunması ve sevgisinin mal, evlât, riyaset, övülmek ve insanlar arasında üstün olmak gibi muhtelif şeylere bağlanması durumunda da sevdiği şey aslında bir tanedir, o da nefsidir (benliğidir). Bunları sevmesi, aslında nefsine olan sevgisinin bir ifadesidir. Çünkü bu kişi onları kendilerinden dolayı değil, nefsi için sever. Nefsine karşı muhabbeti yok olunca diğerlerinin sevgisi de yok olur. Bu sebeple: «Kul ile Rabbi arasındaki perde, dünya değildir, kulun kendi nefsidir.» denilmiştir. Yani kulun esas muradı ve arzusu sadece nefsidir. Bunun zarurî neticesi olarak perde de kulun nefsi olmaktadır. Kul, nefsanî arzularından tamamen sıyrılmadıkça Rabbinin muhabbetini kalbine yerleştiremez.” (İmam-ı Rabbanî, a.g.e, I, 163-164, no: 24.)
Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi: “Hakk’a yakınlık ne yukarı çıkmak ne de aşağı inmekle olur. Allah’a yakınlık, ancak nefsaniyet bağından kurtulmakla olur.” (Mevlânâ, Mesnevî, c. 3, beyt: 4514.)
İmam-ı Rabbanî Hazretleri kalbi fani varlıkların muhabbetinden kurtarıp ilâhî muhabbete yol almak için evlâtlarına şu tavsiyede bulunurdu: “Allah’ın razı olduğu şeylerden başka hiçbir şeyden razı olmayın, onları arzu etmeyin! Bunlar, bizim dünyadan çekip gitmemizle sona ereceğine göre, şimdiden onları terk edelim! Bunları gözümüzde büyütmeyelim. Allah dostları bunları kendi arzularıyla terk ederler.” ( İmam-ı Rabbanî, a.g.e, III, 170, no: 2.)
İmam-ı Rabbanî Hazretleri vefatından birkaç ay önce nefes darlığı çekmeye başlar. Son günlerinde evlâtlarına: “–Kıymetli evlâtlarım! Şu dünyaya karşı hiçbir nazarım ve bağlılığım kalmadı. Artık ebedî âlemin düşüncesi bana hâkimdir. Yolculuk günümün yakın olduğu anlaşılıyor.” buyurur. Sonra da dışarıyla bütün münasebetlerini keserek tek başına kalmayı tercih eder. Beş vakit namaz ve cuma hâricinde dışarıya çıkmaz. Bütün vakitlerini zikir ve istiğfar ile geçirir. Allah’a kavuşma arzusuyla daima şöyle dua eder: “Allah’ım! En yüce dostlarının arasına katılmak istiyorum!”
İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin hastalığının ilerlemesi sebebiyle bir gün “Allah” c.c. kelimesini zikrederek 28 Safer 1034 (10 Aralık 1624) tarihinde 63 yaşında vefat eder.
Mübarek cenazesi yıkanmaya getirilince insanlar İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin ellerini namazdaki gibi bağladığını gördüler. Ellerini çözüp düzelttiler; fakat yıkadıktan sonra ellerinin tekrar bağlandığını gördüler. Kefenlendikten sonra yine ellerinin sünnete uygun olarak bağlandığı görüldü. Evlâtları:
“–Madem ki İmam Hazretleri böyle istiyor, böyle bırakalım!” dediler. İnsanlar ağlıyor; Hazret-i İmam’ın mübarek yüzü ise tarifsiz bir tebessümle aydınlanıyordu. İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin cenazesi doğup büyüdüğü yer olan Hindistan’ın Sirhind kasabasına defnedilir. (Kişmî, Berekât, s. 300-315; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, a.g.e, s. 174-)
Selam ve Dua ile…